19 Ocak 2017 Perşembe

Yerini Arayan Forma


Eğer ki çocukluğumuzda dinlediğimiz masallardaki sihirbazlar futbol oynamış olsalardı, muhtemelen 10 numaralı formayı giyerlerdi.

Onlar zeka ve doğuştan gelen yeteneklerini harmanlayarak, yapılamayanı yapıp hepimizi büyüleyen, sanat ve futbol kavramlarını yan yana getirdiğinizde hep bahsi geçen, futbolu takip etmeyenleri bile ekran başına çeken virtüözlerdir.

Kaptandır onlar, teknik direktörün saha içindeki vücut bulmuş halidir, çaresiz kaldığınız, maç öncesi çalışmalarınızın meyve vermediği ve artık sürenin tükenmek üzere olduğu anlarda inisiyatif alıp kilidi açandır.

Onlar ne bir defans, ne bir orta saha, ne de bir forvet oyuncusudur. Bir bakmışsınız savunmaya gelmiş top alıp oyun kuruyor, bir bakmışsınız kanattan orta yapıyor, bir de bakmışsınız ki altı pasta kafayla gol atıyor... Onlara sahada yer yoktur!

Bir santrafor, hava toplarındaki zaafını çalışarak giderebilir, bir orta saha oyuncusu uzun paslardaki açığını ekstra antrenmanlarla kapatabilir, bir defans oyuncusu pozisyon bilgisini gayret göstererek daha da geliştirebilir. Ancak ne kadar çabalarsanız çabalayın, yetenek, zeka ve fiziksel özelliklerin bir ürünü olan 10 numara asla olamazsınız.

90’ların başından bugüne oynanan futbol değişiyor ve bu değişimden en çok etkilenenler ise 10 numaralar oldu.

Müptelaları çok iyi bilirler ki, efsanevi menajerlik oyunu CM 01/02’de, uygun gördüğünüz futbolcuya ”Free Role” özelliği verebileceğiniz bir seçenek mevcuttur. Bu durum reelde de 90’lar futbolu itibariyle 10 numaralar için en kabul edilebilir seçenekti. Oyuncuyu özgür bırakmakta amaç, savunma ve mücadele anlamında beklentiyi düşürerek, fiziksel olarak güçlü kalmasını sağlayıp, onun sahip olduğu yeteneklerden en yüksek verimi alabilmekti.  Bir dönem milli takımımızı da çalıştıran Alman teknik adam Sepp Piontek, Danimarka efsanesini yaratırken, 3-5-2 sisteminin mucidi olarak dünya futbolunun karşısına çıktı. 10 numaralar bu şablonda, ikili forvetin arkasında, orta saha dörtlüsünün önünde uzun dönem kullanıldılar. Danimarka bu dönemde 84-86-88 organizasyonlarının tümüne katılıp başarıdan başarıya koşarken, her ne kadar o dönemde 10 numaralı formayı giymese de, bu bölgede oynayan genç Michael Laudrup’un becerileri, hepimizin gözlerini kamaştırıyordu. Arjantin 86 Dünya Kupası’nı kazanma yolunda ilerlerken, Maradona bu bölgede oynayıp, bir futbol tanrısına dönüşüyordu. İsmini oyuncularımıza lakap olarak taktığımız Enzo Scifo bu sistem içerisinde Belçika milli takımıyla 86 Dünya Kupası’nda yarı finale erişirken, daha 20 yaşında adını dünya futboluna altın harflerle yazdırıyordu. Yakından tanıdığımız o yılların genç Romanyalı’sı Hagi, Steaua Bükreş’teyken, bu bölgede gösterdiği maharetlerle,  90 Dünya Kupası’ndan sonra, üstelikte de yabancı sınırının olduğu dönemde Real Madrid’e transfer oluyordu.


Bununla beraber 10 numaralar, diamond olarak da ifade edilen 4-3-1-2 dizilişinde de kendilerine yer buldu. Fiziksel mücadele ve sertliğin henüz ön plana çıkmadığı o yıllarda, 4-4-2 nin merkezinde bile kullanılan, keyifle izlediğimiz bu zarif oyuncular, biz futbolseverler için, müsabakaları görsel bir şölene dönüştürüyorlardı.

Kuşkusuz 10 numaralar yetenekleriyle olduğu kadar zekalarıyla da hükmettiler futbola. Teknik direktörler, oyunu yönlendirmek amacıyla en çok onlardan yararlandılar. Platini 80’li yılların ilk yarısında Fransa Milli Takımı ve Juventus için bir maestroydu. Attığı goller bir tarafa Zico Brezilya için adeta bir beyindi. Farklı saç sitiliyle hatırladığımız Kolombiya’nın unutulmaz oyuncusu Valderrama bir orkestra şefi gibi yönetirdi takımını. 88’de efsaneleşen SSCB milli takımını saha içinde yöneten Mihailicenko, sırtında taşımasa da Lobanovski’nin gizli 10 numarası değil miydi?

Kuşkusuz 10 numaraları topsuz oyunda düşünmemek, onlara yapılacak en büyük haksızlık olacaktır. Almanların dinamosu Matthaus sahada basmadık yer bırakır mıydı? Kızılyıldız efsanesi Stojkoviç’in liderliği yanı sıra mücadeleci yönünü kim unutabilir?

Ya gol becerileri? Gullit partneri van Basten’i beslerken, müthiş golleriyle Hollanda’yı zaferlere taşıyordu. Baggio ve Del Piero gibi 10 numaralar unutulmaz asistlerinin yanında değişen futbol düzeni içerisinde usta işi golcüler olarak çıkıyordu karşımıza.

Değişen futbol düzeni demişken, Bosman kuralı sonrası küreselleşmenin bir sonucu olarak yerel dinamiklerini yitiren futbol, daha çok savunmaların ve fiziksel mücadelelerin ön plana çıktığı bir biçim aldı. Gelişen teknolojiyle beraber, sayısal verilerin kullanılmaya başladığı günümüz futbolunda, eli belinde gezen oyuncuya yer yok artık. Savunmanın forvet oyuncularından yapılmaya başladığı, herkesin topun arkasında pozisyon aldığı bir evredeyiz.


2000’li yıllarla beraber terk edilen üçlü savunma, yerini dörtlü savunma temelli dizilişlere bıraktı. Teknik adamlar daha çok sertlik, defansı güçlendirmek ve oyunu kontrol edebilmek adına bir forvet oyuncusundan vazgeçtiler. Genellikle 4-1-4-1 (4-5-1 ve 4-3-3 olarak da ifade ediliyor) dizilişine yönelen antrenörler orta sahadaki ön liberonun önündeki merkez ikili orta sahanın box to box diye tabir edilen çift yönlü oyunculardan kurulu olmasını istedikleri için, ellerindeki 10 numaraları mecburen kanatlara hapsetmeye başladılar. Bu noktada, günümüzde 10 numaraların en ideal kullanıldığı sistem 4-2-3-1 (4-4-1-1 diye de ifade edebiliriz) olarak karşımıza çıkıyor. Forvetin arkasında, merkezde ama hiçbir zaman eksikliği tolare edilebilir şekilde değil, terinin son damlasına kadar mücadele eden, örneğin üçüncü bölgede kaptırdığı bir topu savunmaya kadar kovalayacak biçimde...
90’ların ortasında Cruyff’un Barselona ve Van Gaal’in Ajax’da kullandığı alan savunmasına dayalı, ön liberolu orta sahaya sahip 3-5-2 sistemi, günümüzde 2014 Dünya Kupası ile beraber kimi teknik adamlarca da tekraradan tercih edilmeye başlandı ve maalesef 10 numaralar bu düzen içerisinde sadece ikili forvetten biri olarak kullanılabildiler. Misal Zidane, Juventus’a geldiği ilk yıllarda, Lippi’nin klasik 4-4-2 dizilişi içerisinde Deschamps ile beraber merkez orta sahayı yönetirken, bir kaç yıl içerisinde bu değişimle beraber daha önde oynamaya başladı. Roma’da Totti’nin durumu da ondan farklı değildi.  Del Piero bu dönüşüm içerisinde kendine forvette yer buldu. Görüldüğü üzere taktiksel anlamda zaman onların aleyhine işlemekte.

Zico, Platini, Maradona, Scifo, Baggio, Matthaus, Hagi, Zidane ve daha niceleri... 80 ve 90’lar futbolundaki yeşil sahanın en güzel renkleriydi onlar!

Eskiye nazaran çekilmez hale gelen futbolu daha izlenebilir hale getirecek yegane unsur, tekrardan 10 numaralar olacaktır. Değişim kaçınılmazdır!

10 numara ne forma numarası, ne de pozisyon adı değildir. 10 numara, futbolun büyücülerine verilen isimdir!

Not: Bu yazı topraksaha.net dergisinin Ekim 2016 sayısında yayımlanmıştır.

6 Ağustos 2016 Cumartesi

Euro 2016'ya Dair


Eğer ki Euro 2016, izlediğiniz ikinci ya da üçüncü Avrupa şampiyonası ise sizin için pek bir sorun yok ancak Euro 88’den beri futbolun büyüsüne kapılmışsanız vay halinize!
Futbol denen oyun, sayısal verileri bir kenara bırakacak olursak, insanların ortak noktada buluşmasının neredeyse imkansız olduğu, çokça değişkene sahip bir spor dalı.
Euro 2016’da ise futbolseverler ortak bir noktada buluştu, o da bu turnuvanın seyir zevki bakımından  hiç de istenen düzeyde olmamasıydı. Peki niye böyle oldu?

Bosman Kararları Meyvelerini mi Verdi?

1995 yılında yürürlülüğe giren Bosman kuralı ile beraber futbolcuların serbest dolaşım hakkı elde etmesi bir bakıma gelişmiş futbol ülkelerindeki kulüplerin de elini rahatlattı. Örneğin geleceği parlak Polonyalı 17-18 yaşındaki bir futbolcu bir İtalyan devine transfer olduğunda, gelişimi artık kısıtlı ve yerele dair olmayacaktı. Büyük futbol kulüplerinin sağladığı imkanlarla kendini daha fazla geliştirebilecekti ve böyle de oldu. Yan yana oynadığı üst düzey oyuncular, çalıştığı hocalar, kendi ülkesinde kalması halinde belkide yakalayamayacağı düzeyde performanslara  erişmesine imkan sağladı. Artık Polonyalı futbolcunun, İtalyan bir gençle öğrendikleri anlamında bir farkı kalmamıştı. Bunda kuşkusuz 2000’lere doğru ekonomideki küreselleşmenin de rolü fazla. Lafı fazla uzatmayalım. Günümüzde Bosman kuralı meyvelerini vermeye başladı. Artık herkes futbolun doğrularını biliyor ve uyuguluyor. Polonya’lı futbolcu taktiksel anlamda gerek hücumda gerekse de savunmada nasıl durması gerektiğini gayet iyi biliyor ve bunu uyguluyor. Örneğin Arnavutların bile savunma anlamında ne derece üst seviyelerde olduğuna şahit olduk ve üstelik bunu 11 oyuncunun ceza sahasında yığılması biçiminde değil doğru savunma pozisyonu alarak, bir bütünlük içinde gerçekleştirdiklerini gördük. Hatırlayalım, 10 kişi kaldıkları turnuvadaki ilk maçta İsviçre’ye karşı sabırla savunma yaparken bir taraftan da “bu da kaçar mı!” dediğimiz pozisyonlar yakaladılar.


Bu sıkışmayı kırabilecek, farkı ortaya çıkaracak unsurlar...

Futbolun doğruları öğretilebilir ama yetenek doğuştan. Maalesef bu turnuva özellikle uç bölgede oynayan oyuncular bakımından oldukça kısır geçti ve aşılamayan savunmalarda beceri ve zeka ortaya koyacak oyuncu sayısı oldukça azdı. Hücumda ne kadar pozisyon hazırlanırsa hazırlansın, son vuruşlar hep sonuçsuz kaldı.. Örneğin Fransa,  forvetinde 92’de Cantona ile Papin gibi gol makinesi oyuncular varken, 2000’lerde Trezeguet-Henry-Anelka gibi forvetleri izlemişken bugün taraftarlara saç baş yolduran Giroud’ya mahkum durumdalar, yedeği de kendine Meksika’da kulüp bulmuş Gignac. Almanya'da Völler-Klinsmann ikilisini yan yana izledi bu gözler ki kulübede Riedle vardı. Şimdi ise forvetsiz tamamladılar turnuvayı neredeyse. Hiç kadroda düşünülmezken, Beşiktaş ile küllerinden doğan Gomez’e bel bağlandı. Butragueno-Salinas, 2000’lerde Raul –Morientes-Torres gibi efsanelerden Morata’ya kaldı İspanya. Lineker, Shearer gibi devleri izledikten sonra Kane’den gol bekledi İngilizler. Bu liste özellikle yetenek fabrikası eski doğu bloku ülkeleri için daha da içler acısı bir durum ortaya koyuyor.
Takım işleyişine ait görevlerini yapan ama futbolun sihrine dair becerileri vasat oyuncuların eskiye nazaran az sayıda kaldığı bir turnuva olarak hatırlanacak Euro 2016.


Öne Çıkanlar

Muhtemelen şampiyon Portekiz için hiç bir zaman “ama ne futbol oynadılar!” diyemeyeceğiz. 2004’de Yunanistan’ın bile bir karakteristiği, bir tarzı vardı ama ya Portekiz? Düşünün ki turnuvada 90 dakika sonundaki tek galibiyetlerini yarı finalde Galler’e karşı elde edebildiler.
Turnuvaya İzlanda ve Galler damga vurdu diyebiliriz. İzlanda özellikle, taraftarıyla da bütünleşerek, doğru bir futbol oynayıp, terinin son damlasına kadar mücadele ederek futbolseverlerin gönlünü kazandı. Teknik direktör Lagerback gerçekten övgüyü sonuna kadar hak ediyor.
İtalya özelinde ise Conte gerçekten de elindeki kadroyla maksimum verim aldı. Kendi seviyesindeki rakiplere nazaran, hücumda kısıtlı yetenekte oyunculara sahip olmasına rağmen, oyuncularına ezberlettiği hücum organizasyonlarıyla sonuca gitmeye çalıştı. Özellikle ikinci bölgede oyunu kanatlardan kurmaya başlarken, mutlaka ama mutlaka orta sahaya kadar gelen ikili forvet oyuncularıyla topu buluşturdu ve merkez orta sahadan gelen oyuncuların da katılımıyla hücumda çoğalmaya çalıştı. Top her daim forvetin ayağına değdi bu hücumlarda.
Antrenörler dönem dönem başarısız olabilirler ancak şu gerçek ki Conte çalıştığı her takımda mutlaka çok çabalayacak ve bir şeyleri değiştirecek bu belli. Onun yönettiği takımlarda hiçbir şey oluruna bırakılmayacak.
Benim naçizane beğenimi kazanan takım ise Polonya oldu. Kompakt kelimesi bu takım için tam oturuyor desek yalan olmaz. Savunmada ve hücumda hep birlikte hareket etiler. Bu takım, çift forvet oynamanın orta sahada zaaf vermediğini gösteren net bir örnekti bizim için. Forvetten bir oyuncu çıkarıp orta sahayı beşleyince savunmada daha güçlü olmuyorsunuz yani, bunun sayıyla ilgisi yok, bunu bir defa daha gördük. Önemli olan mantalite. Lewa ve Milik top rakipteyken, orta saha yuvarlağına kadar inip rakibi karşıladılar, savunmanın forvetten başladığını gözümüze soktular. Hücumda ise oyun kurulurken hep hareket halindeydi Polonyalı topçular ama buna öyle bir çalışılmış ki bunu bile organize bir şekilde yapıp saha içi yerleşiminde dağınık görünmediler, savunmaya geçişlerde hiçbir zaman pozisyon kaybetmediler. Nawalka belli  ki çok iyi hazırlamış ekibini. Zira penaltılarla Portekiz’e kaybetmeseler final yolu onlar için bu oyunlarıyla gayet açıktı.


Bizim için ise değişen bir şey yok, daha önce de yazdık, futbol yönetimi bu şekilde sürdüğü müddetçe, arada turnuvalara katılıp, çoğunlukla katılamayacağımız dönemler yaşamaya, sanki sorun oradaymış gibi, sürekli hoca değiştirip, sonra tekrar başa dönüp aynı hocalarla çalışmaya devam edeceğiz.


22 Haziran 2016 Çarşamba

Grup Maçları Sonunda

Terim’i Pirlo’ya Sormak

Euro 2016 bize gösterdi ki, ülke olarak Fatih Terim’in nasıl bir teknik direktör olduğunu öğrenmek için iki mağlubiyete ve Pirlo’nun –ısıtılan- anılarına ihtiyacımız varmış.

Gerçekten çok ilginç bir ülkeyiz…  2014’de Pirlo’nun kitabı yayınlandığında Terim’le ilgili olumsuz bölümler yer aldı. Bunlar da o dönemde kamuoyunda tartışıldı, konuşuldu… Şimdi, daha önce gündeme gelmiş bir konunun, sırf iki mağlubiyet alındı diye tekrardan servis edilmesi nedir? Fatih Terim’in nasıl bir antrenör olduğunu keşfetmek için sadece Pirlo’nun anılarıyla yetinip, daha önce Milan’da ya da Fiorentina’da çalıştığı oyunculara mikrofon uzatmamak gazetecilik midir?


Pirlo’nun anıları elbette önemlidir ama bunları üstelik de daha önce tartışıldığı halde alınan iki mağlubiyetin ardından tekrardan ısıtıp sunmak ne kadar etik? Alınan galibiyetlerden sonra paylaşılmayan bir bilgi, niçin mağlubiyetlerden sonra paylaşılır? Aynı durum prim meselesi için de geçerli. Şimdi soralım, prim konusunu konuşmak için illa ki iki mağlubiyet mi gerekli? Ödenecek primler turnuva öncesinde bilinmiyor muydu? Madem tartışmalıydı neden turnuva öncesinde gündeme gelmedi, konuşmak için illa neden mağlubiyetler bekleniyor. Biz her meseleyi tartışmak için neden uygun iklimi beklemek zorundayız? Bir başka açıdan bakalım, eğer ki grupta ilk iki maçta Hırvatistan ve İspanya’yı yenseydik aynı primler futbolculara helali hoş edilmeyecek miydi?

Futbolun önemli bir paydaşı medya. O ülkedeki futbolun durumunu görmek için medyaya bakmak yeterli.

Örtüleri Atın!

Milli takımımız alınan iki mağlubiyetin ardından, büyük bir iştahla çıktığı Çek Cumhuriyeti maçından arzu edilen bir skorla ayrıldı. Üst tura çıkmak için artık saatleri sayıyoruz.


Daha önce de yazmıştık, biz CM 01/02’yi çok sevdik ama maalesef futbolda ters giden bir şeyleri değiştirmek için formasyon değişikliği ya da bir iki oyuncunun takıma monte edilmesi yeterli değil. Bu değişikliklerin uzun vadede geçerli olması ancak sizin bir oyun organizasyonunuz varsa anlam kazanır. Bu da ancak turnuva öncesinde sağlanabilirdi, şampiyona devam ederken bunu yerleştirmek pek mümkün değil. Örneğin Almanya oyun planının hücum bölümünü, özellikle 3. bölgede yaptığı patlama niteliğinde, aniden gerçekleşen pas trafiği üzerine kurmuş, üstelik de bunu top tekniği yüksek, gol atabilme becerisine sahip 10 numara olarak da kullanabileceğiniz iki oyuncuyla (son maçta Götze ve Mesut) yapıyorlar. Mesela bu patlama niteliğindeki pas trafiği alışkanlığa dönüştüğünde etkili olur ki bu zaman isteyen bir şey. Bu oturmuş düzende artık siz oyunu daha da etkin hale getirmek için Draxler, Schurrle gibi tercihleri rahatlıkla yapabilirsiniz. Maçın gidişatı ve rakip de tabii ki bunda belirleyici olacaktır.

Dolayısıyla Çek Maçında Emre Mor ile başlamak elbette ki olumlu bir katkı sundu ama bunun meyvelerini almanız uzun vadede pek mümkün görünmüyor, zira Terim’in de dediği gibi turnuvaya pek de iyi hazırlanmış değiliz.


Gerçekçi olalım, golün ardından gelen Çek atakları, Volkan’ın kalesinde devleşmesi, direkten dönen toplar bizim dün geceyi ne kadar da şanslı geçirdiğimizi gösterdi aslında.  Üstelik bu hücumlara ne defansif anlamda direnç koyabildik ne de ileride topu tutabildik. Bizim burada en büyük silahımız coşkumuz ve iki maç sonunda alınan mağlubiyet ve eleştirilerle gelen motivasyonumuz oldu. Terim’in maç sonu da dediği gibi ilk golü bizim atmamız tam bir kırılma anıydı. İlk golü erken bulmasaydık ya da biz yeseydik, şu an çok farklı şeyler konuşuluyor olacaktı.

Evet, tur atlamaya saatler kaldı ama dün akşamki zafer bizim oyun anlamında zaaflarımızın üstünü de örtmemeli.


Ülkede futbol ancak galipken de teknik direktör, futbolcu ve oynanan oyunun eleştirilebildiği, örtülerin kaldırıldığı gün gelişebilir.

14 Haziran 2016 Salı

Bizim Milyonlarca Teknik Direktörümüz


Peşin Not: İş bu yazı, ülkedeki milyonlarca teknik direktörden biri tarafından yazılmıştır.

Milli takımımızın Hırvatistan yenilgisi bir kez daha bir gerçeği ortaya çıkardı: Bizim milyonlarca teknik direktörümüz var.

Daha maçın ilk yarısı biter bitmez, yediğimiz golün de etkisiyle başladık  “Topal orta sahaya, Ozan dışarı, Emre Mor forvet arkası, Hakan göbeğe vs.” Bitmek bilmeyen akıllar, yöntemler, çareler, çözümler. Peki, futbolda yaşanan sorunlara çözüm bulmak bu kadar basit mi?

Elbette ki yediğiniz yemeği beğenip beğenmemek için aşçı olmanız gerekmiyor, kimseye de futbol yorumlamak, fikir yürütmek için de teknik direktör diploması şart değil. Oynanan futbolu beğenip beğenmemek başka, akıl vermek başka. Neden?


Gece gündüz oyuncularıyla beraber olan, yıllarını bu işe vermiş bir teknik direktöre nazaran, hangi oyuncunun hangi pozisyonda oynayacağını daha iyi bilmek mümkün mü? Ya da bizlerin verdiği akılları hoca hiç mi düşünemiyor? Hiç mi saydığımız pozisyonlarda o oyuncuları denemedi?

CM 01/02’yi çok sevdik ama futbol, oyuncuların yerlerini değiştirerek, onların yerine farklı oyuncular deneyerek sıkıntılara çözüm bulabileceğiniz kadar kolay değil.

Bir kere şu bir gerçek, Hırvatistan bizden daha iyiydi. Niçin?

İlk yarıyı düşündüğümüzde gerçekten arzuluyduk ama Hırvatistan’ı izlediğinizde görebilirsiniz ki onlar oyunun iki bölümünü de iyi yapmaya çalıştılar, biz topla daha çok oynayıp üzerlerine gitmeye çalıştıkça, onlar “Biz niye baskı görüyoruz?” demeyip sabırla “Bu bölüm şimdilik böyle oynanacak.” deyip, yarı sahalarını gayet başarılı bir biçimde kapattılar, içine biraz faulle beraber sertlik de katarak. Biz iyi futbolun sadece hücum olduğunu kafamızdan bir parça silmeliyiz. İyi savunma yapmak, boş alanları kapatmak, orta yapma imkânı vermemek vs. bunlar da bir beceri değil mi? İyi futbolun parçası değil mi? Kaldı ki biz onların bu dirençlerine topu hızlı değil ama aceleyle çevirerek aşmaya çalıştık ama maalesef topu boş alanlara, onların çabuk yerleşmeye fırsat vermeyecek pozisyonlara taşıyamadık, çünkü öyle bir futbolcu ya da role soyunacak kimse yoktu.


İlk yarıda dikkat ederseniz Hırvatistan hücumlarının daha sade, akılcı ve yerinde olduğunu görebilirsiniz. Gerek Brozovic, gerekse de Perisic orta yapma imkânını zorlanmadan, boş pozisyonda kalarak elde edebildiler, çünkü onlara o topları taşıyacak, görüş ve sakinliğe sahip Modric ve Rakitic gibi oyuncuları vardı.

İkinci yarıda gönlümüzden geçen değişikliklerin kimisi gerçekleşti, kimisi gerçekleşmedi. Değişmeyen tek şey oyundu. Pozisyon bulamadığımız gibi daha fazla da pozisyon gördük kalemizde. Bir kere oyun tam onların istedikleri kıvama geldi: Balkan ve eski doğu bloğu ülkelerine özgü savunma oyunu, en iyi yaptıkları iş! Onlar sabırla önceden çalıştıkları organizasyonlarını sürdürmeye devam ettiler. Hazırlandıkları derslerini gayet yerinde uyguladılar, doğru savunma, akılcı hücumlar. Topu çok ama çok yerinde kullandılar, çünkü bu ayaklara gerçekten sahiptiler.


Terim ilk maçtaki kötü oyunu görüp çözümler bulacak yeterliliğe elbette sahip ama bunu ne oynadıkları belli, organizasyon sahibi takımlara karşı 3-4 günde bulmak ve yerleştirmek oldukça zor.

Futbol Mehmet Topal’ı orta sahaya çekerek, “Oğuzhan niye çıktı?”, “Emre Mor neden yok?”, “Ozan’ın berberi kim?” diyerek, sorunların çözüleceği kadar kolay olmayan ama basit bir oyundur.

12 Haziran 2016 Pazar

Peşin Peşin...



Not: İş bu yazı, turnuvada işler bizim adımıza kötü gittiğinde neler konuşacağımızı dair bilgiler içermektedir.

Ülke futboluna dair sorunlar çözüm beklerken, muhtemelen biz Euro 2016 boyunca, pusuya yatırdığımız, konuşmak için maçların oynanmasını beklediğimiz, bildik polemiklerle vakit kaybediyor olacağız.

Her ne kadar son hazırlık karşılaşmalarında başarılı sonuçlar elde etsek de milli takıma dair soru işareti taşıyıp, homurdandığımız meselelerden ilki Mehmet Topal’ın stoper bölgesinde tercih edilmesi oldu. Bu durumun bu kadar gündemde kalması, hiç şüphesiz Ömer Toprak’ın milli takıma davet edilmemesinin de bir sonucu.

Terim’i anlamaya çalıştığımızda bunun en mantıklı izahı, kendisinin Topal-Balta ikilisinin gösterdiği bütünlük ve uyumdan memnun olması şeklinde olabilir. Terim eskiden beri bilinir ki, iyi oynayan, sonuç aldığı oyuncuları bozmaya eğilimli bir teknik direktör değil. Ömer Toprak kuşkusuz, mevcut kariyeri itibariyle ve de performansıyla, stoper bölgesinde kağıda ilk yazılacak isim, ancak Terim Topal-Balta ikilisine görünen o ki öylesine inanıyor ki, Gökhan Töre olayı ile beraber, Toprak’ın turnuva boyunca kulübede kalmasının bu ikili üzerinde yaratacağı baskıyı bildiğinden, ilgili eleştiri ve polemiklerden sıyrılmak için, onu baştan kadroya almayarak, sorunu bir şekilde çözmeye ve bu tartışmaların en azından turnuva sonunda yapılmasını sağlayacak bir yöntemi tercih etti.



Son maçlarda gösterdiği formu sebebiyle, aslında bizim de biraz birbirimizle konuşmaya cesaret edemediğimiz bir diğer konu, kaleci konusu. Özellikle son Fenerbahçe maçında ve milli takımın hazırlık maçlarında gösterdiği performansla tartışmalara son noktayı koysa da, yiyeceği ilk hatalı golde bizler maalesef televizyon ekranlarında ve sosyal medyada “Volkan Demirel neden yok? Onu Kıvrak nasıl kulübede durur?” gibisinden polemiklerle vakit kaybetmeye devam edeceğiz.

Kişisel kanaatim şudur, Babacan iyi bir kalecidir, milli takımı hak etmiştir, her kaleci gibi hatalı goller yiyebilir.

Bizim milli takımla ilgili çokça konuşacağımız bir diğer konu da Arda Turan olacak, açıkçası Barcelona’da çok da parlak bir görüntü çizmiyor ve bizim en ufak bir hareketini dahi gündeme getirdiğimiz, eleştirdiğimiz Arda, hazırlık maçlarındaki durağan görüntüsünü sürdürmeye devam ederse, olası olumsuz sonuçlarda gündemde yer işgal etmeye devam edecek.

Euro 2016, Hakan Çalhanoğlu’na yer arayacağımız bir turnuva olacak. Forvet arkası mı? Kanat mı? 4-1-4-1 düzeninde göbekteki ikiliden biri mi? Sonuçlar olumsuz olduğunda hep bunu konuşacağız.


Oğzuhan’dan Beşiktaş ile bu sene yakaladığı formu bekleyeceğiz ve onun bu çıkışında rolü olan Şenol Güneş’ten bahsedeceğiz. Terim’i eleştireceğiz, Oğuzhan’ı neden farklı kullanmıyor diye.

Fenerbahçe ile kopma noktasına gelen ve adı Beşiktaş ile anılan Gökhan Gönül’ün ayağını denk alması gerekir, zira sözleşmesi çok kötü bir zamanda sona ermiş. Yoksa formsuz bir görüntü çizdiğinde, bizler bunu nereye bağlardık? Gözümüz üzerinde Gökhan!

Burak golleri kaçırdıkça Cenk Tosun ve oyunu ileriye taşıyamadıkça ise yeni yıldızımız Emre Mor akıllara gelecek.


Şunu hatırlatmakta fayda var, biz Euro 2012 elemelerini, bu sene yapılacak turnuvaya gruplarından lider çıkarak katılan Belçika ve Avusturya’nın önünde ikinci olarak tamamlamıştık. Play-Off’da Hırvatistan’a kaybettik ve Euro 2012’ye katılamadık. Başarısız ilan ettiğimiz ve sorumlu gördüğümüz Hiddink’i gönderdik.

Euro 2016 eleme grubunda ne oldu? Biz grubumuzu üçüncü tamamladık.

Euro 2012’de ikinci olup Play-Off’da kaybettiği için Hiddink’i kovaladık, bu eleme grubunda üçüncü olduk ve teknik ekip ile oyuncularımız omuzlara aldık, bir mucizeyi gerçekleştirdiler diye. Peki, o günden bugüne ne değişti?

2012’den bu yana futbolla ilgili yönetimsel sorunlarımızı, alt yapı sorunlarımızı, tesisleşmeyi vs. neyi çözdük? Yoksa çözdüğümüz için mi Euro 2016’da varız?

Euro 2012 elemelerinde grupta ikinci oldu diye Hiddink’i göndermeye, Euro 2016 elemelerinde ise üçüncü olup, turnuvaya katılıyoruz diye zafer sarhoşluğuna kapılmaya hakkımız var mı?



Ülke futboluna dair dağ gibi sorunlar henüz çözülmemiş ve gözümüzün içine bakmaya devam ediyor.

13 Mayıs 2016 Cuma

Leicester City Seneye Ne Yapacak?

İstedikleri oyuncuyu, teknik direktörü, sportif direktörü, scout ekibini, alt yapı organizasyonunu elde edebilecek, büyük finansal imkanlara sahip, İngiltere futbolunun son 15 yılına damga vurmuş 4 kulüp arasından sıyrılıp şampiyon olan Leicester City yıllar boyunca belleklerden kazınmayacak bir başarıya imza attı. Bu şampiyonluk kuşaktan kuşağa anlatılacak olan, içinde farklı faklı harikulade hikayeleri barındıran; cadıların, öcülerin olmadığı gerçek bir masal. Şimdiden kitaplara, belgesellere, filmlere konu olacak bu şampiyonluk yavaş yavaş keyifle sindiriledursun, futbolla yatıp kalkan insanların akıllarına şu soru gelip düğüm oluyor: Leicester City seneye ne yapar?

Başarı beklentinin ne derece karşılandığına verilecek cevaptır.

Gazetecilerin Leicester City teknik direktörü Claudio Ranieri’ye önümüz sezonu sorduklarında, hedeflerinin ilk 10 olduğunu belirtti. Aynı soruyu önümüz yıl Chelsea’yi çalıştıracak Antonio Conte’ye, Manchester City’i çalıştıracak Guardiola’ya ya da Manchester United’da futbolu yönetenlere sorsanız cevabı bellidir: Şampiyonluk.

Hedefi harcadığınız para belirler, geçen sene ne yaptığınız değil.

Leicester City’de futbolu yönetenleri bu transfer döneminde zorlu bir süreç bekliyor, muhtemelen Vardy ve Mahrez gibi gözde birkaç oyuncularını kaybedecekler ve ele geçen kaynakları nasıl kullanacaklar?
Leicester City sezon boyunca bir bütünlük içinde oynadı. İstedikleri zaman çok rahat, baskılı ve organize biçimde hücum ettiler, istedikleri zaman da doğru savunma yapma becerilerini saha içinde gösterdiler. Hücumda pas tercihleri ve yüzdeleri hep yüksek oldu. Hücumda ve savunmada sonuca ulaşacaklarını bilerek oynuyorlardı ve bu gerçekten de çok çalışmanın bir ürünüydü. Takım yapılanmasında açıkçası biraz şansa da gereksinim duyuluyor. Oyun planınızı yerine getirecek, o bütünü oluşturacak parçalar ne kadar birbirine uygun? Kağıt üstünde bu sene yıldızı parlayan Vardy ve Mahrez’i Lewandowski, Aguero gibi isimlerin yerine tercih eder misiniz? Fakat bu bütünlük içerisinde makinenin parçalarını oluşturan bu oyuncular o kadar verimli oynadılar ki, isimleri çoğu üst düzey oyuncuların önüne geçti. Bu ikilinin bu sene gideceğini düşünürsek aynı üretkenliği hele hele doğru bir organizasyonu oluşturamayan bir büyük kulüpte sağlayamayacakları aşikar. Ranieri elindeki kısıtlı imkanlarla oluşturduğu bu oyuncu havuzunda bu bütünlüğü sağlayacak oyuncuları yakalayabildi ve sonuç olarak İşler onun için yolunda gitti. Burada en büyük övgüyü kendisi hak ediyor, zira bu oyuncu kadrosu nice antrenörlerin elinde heba olup gidebilirdi.

Soru açık, seneye ne olacak?

Gidecek oyuncuların yerine monte edilecek uygun oyuncuları bulmak ilk hedef, kağıt üstünde daha özel ve pahalı oyuncuları yerleştirmek değil. Ranieri’nin açıklamasıdan bunu anlıyoruz, çünkü açıkladığı hedef bize şunu gösteriyor ki futbolcu transferlerine yatırılacak paralar çokça olmayacak. Ranieri ve ekibinin yaptıkları 38 maçlık bir maraton için asla küçümsenemez ve rastlantı olamaz. Diğer takımların yaşadığı kaosu örnek vererek bu başarıyı küçümsemek art niyettir. Ranieri ve ekibi bu seneki şampiyonluğu, kaybedilecek oyuncular sonrası yapılanmada müthiş bir referans ve temel olarak kullanacak. Elde edilen başarı yani şampiyonluk doğru analiz edilebilirse ilerisi için takım adına uzun vadeli daha aydınlık bir gelecek kurulabilir görünüyor.



Jurgen Klopp Liverpool’un başına geçtiğinde kendisine bir 4 yıl sabredilirse kulübe bir şampiyonluk kazandırabileceğini söyledi. Bu futbolda sürüdürülebilir başarının uzun vadeli bir yapılanmayla mümkün olabileceğine güzel bir kanıt. Bu durum Leicester City için de farklı değil. Alt yapı katkılı, doğru oyuncu tercihleri ve ekonomik büyüme kendilerini hep ilk 4 içinde tutacak faktörler olarak göze çarpıyor. Uzun vadede de is en önemli unsur ekonomi. Futbolda da para her şey demek değil ama öncelik.